İnsan olmanın ağırlığını hafifleten özeliklerinden biri de unutmak fiili olsa gerek ama 6 Şubat 2023’te Türkiye unutsa bile bir daha asla eskisi gibi olmayacağı bir sabaha uyandı. Memleketim eksik kaldı… Size yalan söyleyemeyeceğim; sıcağı sıcağına bölgeye gidenlerden olamadım. Tabiri caizse yüreğim yetmedi.

Depremden yaklaşık beş ay kadar sonra Hatay’a gittiğimde de gerçeklik algımı yitirdiğimi hatırlıyorum. Çok şey yazıldı çizildi. Çok şey anlatıldı ama bana göre tam olarak asla anlatılamadı hiçbir şey.  Antakya’ya vardığımızda İlk dikkatimi çeken görüntü, dağların yamaçlarına tutunmuş gecekonduların dimdik ayakta duruşuna karşın yerle yeksan olan şehir merkezinin enkazıydı. Ve sırasıyla, bütün acılara rağmen kalan kırık dökük bir restoranda yediğim şahane kebabı, ayakta kalan şirin bir pastanede her şeye rağmen çalan müziği, enkaz çalışmalarını yapan hafriyat kamyonlarının estirdiği tozun pisliğin arasında güzel elbiselerini giyinmiş etrafta çayını kahvesini yudumlarken acılarını anlatan ama yine de gülümsemeyen insanları, felaketin üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen hala yardım çadırlarında gönüllü çalışan Asyalıları hatırlıyorum. Olmayan evin camında sallanan perdeleri, çeyreği kalan binanın bilmem kaçıncı katında sapasağlam duran buzdolabını, sokaklara saçılmış kitapları, çorapları, beton parçalarının başında enkazdan çıkarılamamış yakınlarına el açıp dua eden insanları, havada asılı kalan o sessiz kederi hatırlıyorum. Hayattaki en büyük acı çaresizliktir. Ama yine de her koşulda hayata tutunmak biz insanların en büyük ve en garip gücü olsa gerek. Kan donduran hikayeleri anlatırken dolan gözler bir an geliyor gülümsemeye başlıyor. İnsan alışıyor ama ülkece alışmak sorumluluklarımızdan kaçmamıza sebep olmasaydı keşke diye düşünüyorum.

Ve yine aynı ben şu an İstanbul’daki evimde masama oturmuş bir saniye sonrasında aynı felaketi yaşamamayı umut ederek yazımı yazıyorum. Sanki gördüklerim, bildiklerim gerçek değil ve benzer olayı hatta belki daha da kötüsünü yaşama ihtimalim yokmuş gibi…

Çoğumuz aynı durumda değil miyiz zaten?

Post-Truth Kavramı – Hakikatin Önemsizleşmesi

Siyasi ve toplumsal alanda sıkça kullanılan bir kavram olan Post-Truth toplum bireylerinin nesnel bir gerçeklik karşısında çeşitli kişisel neden, yanlış bilgi, duygular, inanç ve çıkarlar sebebiyle, o gerçeği göz ardı etmesi ve kamuoyunu bu doğrultuda yönlendirmesi durumu.

Kısaca ‘’toplumun gerçeği çıplaklığıyla sorgulamaktansa, kendi istediği gerçeğe inanma eğilimi.’’  

Bizim binanın temelini falanca müteahhit öyle sağlam yapmış ki, bize hiçbir şey olmaz. Kaynak neresi? Kaynak yan komşu…Çoğumuzun deprem için yaptığı bilinçli hazırlık işte bu kadar. Depremin olmayacağına dair inanç geliştirenler mi dersiniz; olursa da uzmanların söylediği kadar vahim olmayacak ‘’bence’’ diyenler mi? ‘’Bence ’si var herkesin bir ben içinde kendini kandırıp eylediği… Bazılarımızın kendini bilerek kandırmadığı ama gücünün de yetmediği gerçeğini de atlamamak lazım. Her iki şekilde de devlet büyüklerimize çok iş düşmekte.

Aslında siyasi bir kavram olarak ortaya çıkan bu kavram, günümüzde hepimizi içine alan bir manipülasyon fırtınasına dönüşmüş, hayata dair önüne kattığı her şeyi yıkarak önemsizleştiren deprem gibi toplum bilincinin parçalanmasına destek oluyor. İnsanın bilinci neyse fikri, fikri neyse zikri de o oluyor. Dolayısıyla cehalet mutluluk getiriyor ama ‘’bir müddet.’’ sorgulayarak gerçeğin peşinde olan bir avuç insan da toplumun o ezici çoğunluğu tarafından yutuluyor. Sonrasında da ‘’Cennetten bir köşe’’ diye fahiş fiyata aldığımız evimiz mezarımız oluyor. Bir filimde dünyaya çarpıp, yok etmesi bilim adamları tarafından kanıtlanan kuyruklu yıldıza karşı, toplumun ve toplum büyüklerinin ‘’Yukarı Bakma’’ sloganıyla eğlenmekten başka bir ortak tepkide buluşamaması dramı.

Yukarıya, ileriye ve dahi her yere doğruyu bulmak adına sorgulayarak bakan aydın bir toplum olmak ümidiyle,

Hoşça kalın